1996 yılı, Amerika’nın hukuk tarihinde unutulmaz bir dönüm noktasına işaret eder. Lyle ve Erik Menendez’in, anne ve babalarını öldürerek başlattıkları dava, sıradan bir cinayet olayı olmaktan çok daha fazlasına dönüşmüş ve ülke çapında büyük bir yankı uyandırmıştır. Bu dava, yalnızca suçluların değil, toplumun, adaletin, ve hukuk sisteminin de sınırlarını zorlayan bir vaka olarak hatırlanacaktır. Ancak en dikkat çekici tarafı, suçluların kendilerinin suçlarını açıkça kabul etmeleri ve olayın arkasındaki içsel çatışmalarını, travmalarını ve pişmanlıklarını itiraf etmeleridir. Lyle ve Erik Menendez, yıllarca süren bir aile içi şiddet ve travmanın etkisiyle, sonunda anne ve babalarına karşı şiddet uygulamışlardır. Ancak cinayetlerin ardından yaşadıkları pişmanlık, yalnızca toplumsal vicdanı değil, aynı zamanda hukukun nasıl işlediğini de sorgulatmıştır. Bu belgesel, suçluların iç dünyasına dair derinlemesine bir bakış sunuyor. Onların psikolojik süreçleri, yaşadıkları travmalar ve suçu işledikten sonra yaşadıkları karmaşa, suçun sadece bir dışsal şiddet olayı olmadığını, aynı zamanda içsel bir hayatta kalma mücadelesi olduğunu gözler önüne seriyor. Her ne kadar müebbet hapis cezasına çarptırılmış olsalar da, bu belgeselde Lyle ve Erik’in yaşadıkları ruhsal travmaların, onları ne kadar derinden etkilediği ve cinayetlerin ardındaki psikolojik mekanizmaları anlamamıza nasıl yardımcı olduğu tartışılıyor. Davayı takip eden avukatlar, gazeteciler, psikologlar ve uzmanlarla yapılan röportajlar, bu olayın sadece bir cinayet vakası değil, toplumsal yapının ve hukuk sisteminin de test edildiği bir dönemeç olduğunu vurguluyor. Bu dava, suçluların değil, suçların doğduğu toplumsal yapının ve suçlulara karşı gösterilen toplumsal tepkilerin de sorgulandığı bir dava haline gelmiştir.